Sorun tam 140 yıl önce başladı, çözülemedi, her geçen gün
büyüdü.
Son derece soğukkanlı değerlendirilmesi gerekiyor. Hamaset 100 yıl kaybettirdi.
Atılacak adımlar; sorunu daha da çözülemez hale getirmemeli, makul
ve ihtiyatlı olunmalı.
Filistin meselesi, “bölgesel rekabetin” gerekçesi haline de getirilmemeli,
emperyal; bölge güçlerce veya küresel güçlerce “kaldıraç” olarak kullanmamalı.
Bazen; “yanlış tutum ve davranışların yarattığı kriz alanları”,
sorunun kendisinden daha büyük hale gelebilir.
Filistin meselesinin, yakın tarihine kısaca bakalım:
Bölge; “sorunun mayalanmaya başladığı” tarihlerde, Osmanlı
yönetimindedir.
Yahudiler ise Avrupa’da, adeta “cadı avına” tabidir.
Endülüs’teki “Müslüman Hoşgörüsüyle”, İspanya’da barış içinde
yaşayan Yahudiler, artan Katolik baskısı ve zamanla bütün Avrupa’da yayılan
“Yahudi düşmanlığı” ve de özellikle 1881’de Çarlık Rusya’sının gerçekleştirdiği
“Pogrom-Yahudi Katliamı”, Yahudilerin Avrupa’da barınmasını
imkansızlaştırmaktadır.
Yahudilerin bir kısmı “göç” derken, bir kısmı “devlet kurama-siyonizm” fikrini ortaya atar.
Osmanlı, bu dönemde, 1877-1878 savaşıyla, Balkanlar ve
Kafkaslarda, Rus saldırısına uğramış, önemli topraklarını kaybetmiş ve
ekonomisi çökmek üzereydi.
Tahtta 2. Abdülhamit bulunuyordu.
İngiltere’nin en zengin Yahudi ailelerinden Baron Rotschild, “perişan durumdaki
Yahudilerin yerleşim meselesine çözüm arayışındaydı”.
Çözümü; “Osmanlı’dan tarihi Yahudi topraklarını satın almakta”, görüyorlardı.
Baron Rotschild ve Siyonizm fikrinin önderi Teodor Herzl, 2.
Abdülhamit’le konuyu pek çok kez görüştüler. Sarayda ağırlandılar, birlikte meseleyi
değerlendirdiler.
Osmanlı’nın çöken ekonomisini yürütebilmesi için “borç
almaya”, Yahudilerin ise “sığınacakları toprağa” ihtiyaçları vardı.
Devletleşmeye yeterli arazi için, yüklü miktarlarda para teklifinde de bulundular, kabul görmedi.
Belgelere göre; 2. Abdülhamit, Filistin’i Yahudilere
satmamış, ancak “devletleşemeyecekleri ölçüde” bazı bölgelerde Yahudi ailelerin
yerleşmesine, toprak satın almalarına rıza göstermiş. Bu rıza
çerçevesinde; özellikle “1881’deki Rusya katliamından kaçan Rusya Yahudileri”, bölgeye
yerleşmiştir.
2. Abdülhamit’in iktidarı döneminde, 1882’den başlayarak,
“perakende” toprak satışları ile bölgeye toplam 20-25 bin Yahudi yerleşmiş.
2. Abdülhamit bu dönemde, Baron Rotschild’den 15-16 milyon sterlin
borç almıştır.
Makul ölçülerde bir al-ver.
Borcun son taksiti 1955 yılında ödenmiştir.
2. Abdülhamit’i tahttan indiren İttihat ve Terakki;
iktidarlarının ilk yıllarında, Yahudilerin bölgeye yerleşmelerine toleransla
yaklaşsa da, zamanla göçlere ciddi kısıtlamalar getirmişler. Onların
iktidarında da 25-30 bin Yahudi’nin bölgeye yerleştiği görülüyor.
Gerek 2. Abdülhamit, gerekse İttihat Terakki dönemlerinde, Yahudilerin; oldukça kısıtlı toprak satın alabildiğini, kısıtlı bir nüfusun bölgeye yerleşebildiğini, devletleşemediklerini görüyoruz.
Ancak, kısıtlı yerleşim de olsa, “problem artık bölgeye
naklolmuş” ve bölgedeki Araplarla, Yahudiler arasında yerel çatışmalar
başlamıştır.
Yahudi toplumunun "devletleşme süreci" esasen, 1. Dünya Savaşı
ve sonrasındaki gelişmelerle, başlamıştır.
“Devletleşme sürecinin esas aktörü”; İngiliz emperyalizmi ile
işbirliği yapan ve Osmanlı’ya isyan eden Müslüman Araplar olmuştur.
Suud ve Şerif aileleri.
Araplar; 1744’den beri, adına isterseniz Suud ayaklanması
deyin, isterseniz daha sonraki 1916 Arap isyanı deyin, Osmanlı’dan sürekli
kurtulmak ve “bağımsız devlet kurmak” istiyorlardı.
Vahabilik’in Suud resmi inancı haline getirilerek, Osmanlının
“dinsizlikle suçlanması” ve isyanlar için gerekçelerin üretilmesi ve Mekke
Emiri Şerif Hüseyin’in “büyük krallıklar kurma ülküsü” ile Arap milliyetçiliği
zirve yapmış ve Osmanlıya, İngiliz destekli ayaklanmalar gerçekleşmiştir.
1. Dünya savaşı sonrası, “Paris Konferansı Çerçevesinde
bölgenin şekillendirilmesi görüşmelerinde”, Osmanlı’ya isyan eden ve “bağımsız
devlet kuran Araplar”, bağımsızlığın bedelini, “Yahudilerin Devletleşmesine
İzin Vererek” ödemişlerdir.
Osmanlı’ya isyan eden en önemli ailelerden biri olan “Mekke
Emiri Şerif Hüseyin”, Yahudilerin devletleşmesinde en önemli rolü oynamıştır.
Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal ile Siyonist Komisyonun Lideri Weizmann, 1918’de meseleyi görüşmek üzere buluşurlar. Her ikisi de Filistinlileri, “Arap bile görmeyip, aşağılık mahluk gibi değerlendiriyorlardı”, diye yazar zamanın hatıralarında.
Araplar, “kurmak istedikleri devasa Arap krallığı için,
Yahudilerin desteğini”, Yahudiler de, “tarihi Yahudi topraklarında devletleşmeyi”
istiyorlardı.
Faysal; Yahudilere, bunu gönüllü olarak verdi. Öyle ya, Aile;
Emirlikten, Arap İmparatorluğuna geçecekti. Neden yapmasın?
İngiliz ve Fransız emperyalizmi, Arap ayaklanmalarından da
yararlanarak; Osmanlı’yı yıkmış, petrol bölgelerini de ele geçirmiş, “kukla
Arap Krallıklarını” da kurmuştur.
Mekke Emiri de tarihi Yahudi topraklarında, “Yahudilerin
Devletleşmesini” sağlamıştır.
Görüldüğü gibi, sorunu yaratan Türkler değil, Araplardır.
Osmanlı’yı istemeyenler; İngiliz’i, Fransız’ı, sonraları da
Amerikalıyı, hatta daha da sonraları Rus’u, kabullendiler, baş tacı yapmaktan
hiç “utanmadılar”.
Kölelikten, azatlığa geçtiklerini iddia etseler de, 100 yılı
aşkın süredir, “Küresel Emperyaların” kölesi olarak hayatlarını sürdürüyorlar,
vesselam.
Hakkaniyet adına, buraya bir not düşelim.
Yahudiler; sebepleri ne olursa olsun, tarihleri boyunca, çok
zulüm görmüş bir halktır. Yaşadıkları topraklarda sürgünlere uğramışlar,
vatanları işgal edilmiş, gittikleri ülkelerde de eziyet çekmişlerdir. Avrupa’da
da soy kırıma uğramışlar, toplumdan dışlanmış ve sosyal ölüme terk
edilmişlerdir.
Yahudi tarihi, sürgünler ve soykırımlar tarihidir.
Küresel zulme maruz kalan Yahudiler, dinlerine sarılarak
ayakta kalabilmişler, yok olmamışlardır.
Yahudiler, çalışkan, azimli, zeki ve kararlı bir millettir.
Çok ayrıntılı bir dinleri vardır ve o ayrıntılar, onları millet olarak muhafaza etmiştir.
Sürgün edildikleri bölgelerde; Kafkaslarda Hazar Hakanlığı
gibi, Anadolu’da Ermeni Krallığı gibi, oradaki devletleri yöneten, göç
ettikleri İngiltere ve Amerika’nın yönetimlerinde söz sahibi olan, zeki bir
halktır.
Finans ve iş dünyasının en başarılı milleti yine
Yahudilerdir. Bilim, teknoloji, sanat ve edebiyata çok önemli katkıları
olmuştur, insanlığa.
Deyim yerinde ise; “vatansız Yahudiler bütün Dünya’yı kendilerine
vatan yapabilmişlerdir”.
Peki, bu küçücük topraklarda vatan kurma isteği neden? Neden
bu kadar ısrarlılar ve Ortadoğu’da “bitmeyen çatışmaları” neden göze alıyorlar?
Şüphesiz, göç ettikleri ülkelerde gördükleri zulümler ve
soykırımlardır, en önemli sebebi.
Katolikler, “Tanrılarını (İsa Peygamberi) öldürenin Yahudiler
olduğuna inanmakta” ve bunun intikamını her fırsatta almaya çalışmaktadır.
Düşünün, Haçlı seferleri sırasında bile Tuna boylarına yerleşmiş Yahudiler
Haçlı orduları tarafından katledilmiştir. Avrupa’daki veba salgınını bile
Yahudilerin çıkarttığı uydurulmuş, binlerce Yahudi öldürülmüştür.
Bu nedenle, Yahudiler için iki seçenek kalmıştır, Avrupa’da.
Ya Hristiyan olacaklar (Hristiyan olan Yahudi’ye ‘domuz’ diye aşağılamayı da
ihmal etmemişler), ya da öldürüleceklerdir.
Yahudiler üçüncü bir yol bulmuş, 1879 Birinci Siyonizm-Devletleşme Kongresinde, Yahudi devletinin kurulması kararını almışlar.
Yahudiler; bu toprakları tarihleri ve inançları gereği,
kendilerine ait olduğunu ve ebedi vatanları olduğunu düşünüyorlar, buraları ele
geçirmeyi adeta ‘farz-Tanrılarının emri’ olarak görüyorlar.
Bu topraklarda, tarihi Yahudi varlığı, açık ve çok net.
Dönelim esas konuya.
1. Dünya savaşı sürecinde, 1914’te, bölgedeki Yahudi
yerleşimci sayısı 60.000’lere yaklaşır. Bölgedeki Araplar ise, 600 bin
kadardır. Bölge İngilizlerin kontrolündedir. Filistin bölgesinde İngiliz askeri
garnizonu vardır. Birleşik
Krallık Filistin Mandası (1917-48) dönemidir.
İki toplum sürekli çatışma halindedir. İngilizler 1937 yılında, toprakları; coğrafi konsolidasyona göre, iki millet arasında paylaştırma teklifinde bulunur. Peel Planı’na göre Araplar yaklaşık 2/3 paya sahip olacaklar, Kudüs ise tarafsız olacaktır. Harita, harika bir Filistin önermiş.
Planı, Araplar reddeder.
Çatışmalar sürer. İngilizler bölgeden çekilir. Sorun
Birleşmiş Milletlere devredilir. BM de konu üzerinde çalışır ve bir çözüm
üretir.
1947 BM Planı; Yahudilere % 56,5, Araplara ise % 43,5 arazi verir. Araplar BM’in bu planını da reddeder.
İsrail giderek güçlenir ve 15 Mayıs 1948’de bağımsız devlet
olduğunu ilan eder. Ve nihayet, “Siyonist arzu” gerçekleşmiş ve İsrail Devleti
kurulmuştur.
Amerika ve Rusya İsrail devletini ilk tanıyan devletler olur.
Ardından, Türkiye de tanır.
Araplar, İsrail devletini tanımazlar. Filistinliler, 15
Mayıs'ı "El Nakba" yani "Felaket" günü ilan ederler.
Araplar; içinde Yahudilerin de yaşadığı, “Filistin Birleşik
Devletleri Kurulması Tezini” savunurlar.
Bu teklif, günümüzdeki Trump’ın planı ile müthiş bir ironi
oluşturuyor. 70 yıl sonra; Trump, “içinde Filistinlilerin de yaşadığı bir
Yahudi devleti”, teklif ediyordu.
İsrail devletini tanımayan; Mısır, Suriye, Ürdün, Irak 4 Arap devleti İsrail’e saldırır. Küçücük İsrail toplumu; 4 Arap devletini perişan ederek, savaşı kazanır ve arazilerini genişletir.
BM, barış için devreye girer. 1947’de İsrail’e teklif edilen % 56,5 oranındaki topraklar, savaş sonrası % 78’e çıkmıştır. Bu topraklar, İsrail açısından “savaşla kazanılmış topraklar” olarak görülür. Araplar anlaşmayı kabul etmez. Mor bölgeler, savaşla kazanılan arazilerdir.
700.000 Filistinli, mülteci olarak başka ülkelere sığınır.
1949’da Araplar İsrail ile ateşkes anlaşması imzalar. İsrail’deki Yahudi nüfusu
bu savaştan sonra 800.000’e ulaşır.
Suudi Arabistan savaşa katılmaz. İran ve Türkiye de savaşa
katılmaz.
Bu gelişmeden sonra; SSCB’nin bazı Arap devletlerine nüfuzu,
BAAS rejimlerinin kurulması, Arap dünyasında anti Amerikancılığın gelişmesi,
Arap milliyetçiliğinin bir ayağının Filistin sorununa bağlanması, sürecine girilir.
Sorunun Filistin ayağı, “SSCB Küresel Gücün desteğini
kazanmıştır”. Bir anlamda; ABD-Rusya bölgesel çekişmelerinde, “Filistin bölgesel kaldıraç haline gelmiştir”.
Mısır, İsrail’e yenilgiden dolayı büyük utanç içindedir. Genç
subaylar; darbe ile Arap milliyetçisi bir yönetimi iş başına getirir. Nasır. Rusya,
Mısır’a çok modern hava kuvvetleri kurar.
Suriye de benzer süreçlerden geçer.
SSCB, Filistin Meselesini de içine dahil ettiği Orta Doğu
politikası ile, “nasyonalist Arap BAAS’çılığı üzerinden” bölgede giderek
güçlenir.
Suudi Arabistan-Körfez ülkeleri, Ürdün, krallıklar, “yeni
Arap rüzgarının-Nasyonalist ve Rusçu rüzgarın”, kendi rejimlerini yıkacağından
endişeliydi. Krallıklar; Mısır ve Suriye’de karşı darbelerle, yandaş rejimler
inşa etmeye çalışıyorlardı.
Rus destekli BAAS’çı Arap milliyetçiliği; merkezine koyduğu “Filistin Kaldıracı” ile 1967 savaşını başlattı. Hedef İsrail, mefkure “Filistin’in özgürlüğü”.
Yani; Arap Dünyası’nın milliyetçi BAAS’çı kanadı, Rus
menfaatlerinin, kralcılar ise Amerikan menfaatlerinin peşinde, iktidarlarını
koruma derdinde, Filistin Meselesi ise sadece “kaldıraç”.
Sovyet Emperyalizminin Filistin'e nüfuz ettiği zamanlar.
İsrail; Mısır’ın modern hava kuvvetlerini daha havalanmadan
imha eder. İsrail savaş uçakları Mısır askeri havaalanlarına saldırırken, Nasırcılar
karşı askeri darbe olduğunu düşünecek kadar durumdan bihaberdir.
Suriye’deki Filistinli sığınmacılar, şişirilen Arap
milliyetçiliği ile, Suriye ordusunun kısa sürede İsrail’i yok edeceğini beklerken,
İsrail topçusunun, Suriye ordusunu darmadağın etmesini, şaşkınlık içinde
izlediler. Hamasetin para etmediğini anladılar.
İsrail altı günde yıldırım harekatı ile; hem Mısır’ı, hem Ürdün’ü, hem de Suriye’yi perişan etti.
Hamaset çoktu, ama netice yoktu.
1967 savaşında Kürtler de etkili rol oynamıştır. Kürtler;
Irak’ta iç savaş çıkartmış, Irak bu nedenle savaşa katılamamıştır. Irak’ta iç savaş,
İran’ın desteği ile MOSSAD’ın İran’a yerleştirdiği ajanlarca organize edilmiştir.
İsrail; Sina yarımadasını, Gazze’yi, Batı Şeria’yı ve Golan tepelerini işgal eder. Açık yeşil bölgeler.
Suudi Arabistan savaşa katılmaz. İran dolaylı olarak İsrail’i
destekler. Türkiye savaşa katılmaz.
Arap devletleri bu savaştan sonra, İsrail’e ciddi bir
karşılık veremedi. Batı Şeria ve Golan “savaşla kazanılmış topraklar” olarak, halen
İsrail’in işgali altında.
6 milyon Filistinli göçmen, geleceksiz, perişan.
1973, Mısır ve Suriye’nin Yom Kippur saldırısı; merkezinde Filistin’in olduğu” son Arap-Yahudi savaşıdır. Savaş adeta "barış için çıkarılmıştır".
Sina’nın işgali
ile Mısır’ın kırılan onurunun tamiri ve karşılığında, İsrail’in bir Arap
devleti tarafından resmen tanınmasının, rüşvetiydi. Mısır’ın gururu okşandı,
İsrail birazcık yenilmiş oldu, Mısır-İsrail uzlaşısı sağlanarak, Arap-Yahudi
çekişmesinde bir Arap devleti elimine edilmiş oldu.
Milliyetçi Arap devletleri, Filistin sorunundan böylece
çekildi.
“Savaşlar dönemleri” bitmiş, çözüme ulaşılamamış, sorun daha da çözülemez boyutlara
ulaşmıştı.
Daha sonraki iki önemli gelişme, Filistin Mücadelesine, “paramiliter
savaşlar dönemini” getirmiştir.
1. 1979 “İran Şii İslam Devrimi” ve bu devrimin; bölgedeki
Şii topluluklar üzerinden, “İran’ın Arap rejimlerini değiştirme gayretleri” ve
bu amaçla, Filistin meselesinin kaldıraç olarak kullanması,
2. Afganistan coğrafyasındaki “Küresel Mücadelenin parçası
olarak doğan mücahit hareketlerinin” 2001 ve sonrasında; El Kaide-Nusra ve türevleri
diyebileceğimiz yapıları doğurması ve bunun da; ABD emperyalizmi ile mücadele
ve Sünni İslam Devleti kurma konseptiyle, Filistin meselesini de kaldıraç
olarak kullanmaları,
Bu iki önemli gelişme, Filistinlileri; daha organize, daha
teknoloji destekli, paramiliter savaşlar sürecine sürükledi.
Türkiye’nin de 2005-2006 sonrası, Irak Sünni Araplarının
dışlanmışlığı üzerinden yürüttüğü bir takım politikalar-çalışmalar ve Arap coğrafyası çekişmelerine Müslüman Kardeşler üzerinden dahil olması, Filistin meselesini başka boyutlar getirmiştir.
Türkiye; bir anlamda "Sünni İslam'ın Liderliğine soyunmuş", diğer yönden de Filistin sorununun Müslüman Kardeşler ayağı Hamas'ın liderliğine itelemek istemiştir.
Hamas, sert ve silahlı mücadeleyi, öngören anlayışı ile, barışa daha uzak duruyor, silaha yakındır.
Bu döneme, “Paramiliter Savaşlar Dönemi” diyebiliriz. Paramiliter
dönem de, çözüme katkı vermedi.
2011 Arap Baharının Uygulayıcılarından Türkiye’nin; uygulamadaki hataları ve Müslüman Kardeşlerin bu hedeflere angaje edilmesiyle, Arap yönetimlerini İhvanlaştırmak gibi "makro bir hedefin yanında", Filistin
meselesi ikinci plana itildi.
2014’den itibaren, Batı’nın ve bazı Arap ülkelerinin Arap
Baharı projesinden çekilmesiyle, Türkiye’ye sağlanan uluslararası destek
kesildi ve pek çok ülkede Arap Baharı ve onun komplikasyonları ile boğuşmak zorunda
kalan Türkiye, kısıtlı imkanları ve yalnızlaşması ile Filistin Meselesini
tamamen unuttu. Veya bir şey yapamaz duruma düştü.
Mısır, Suriye, Libya, Tunus gibi ülkelerde, Türkiye’nin;
“Müslüman Dünyada siyasal iktidarları belirleme” çalışmaları, "batağa saplanmıştı".
Ayrıca, Arap Baharı ile; yönetimleri, toplumsal yapıları,
ekonomileri aşırı yıpranan Arap ülkeleri de Filistin Meselesinden tamamen
uzaklaştırılmış oldu.
Bu olanlarla, Filistin meselesi tamamen yalnızlaştı.
İşte bu dönemde, İran’ın “boşluğu doldurmaya çalıştığını” ve Gazze’de silahlı yapılar kurmasından tutun, roket teknolojileri ile Filistin Paramiliter unsurlarına ateş gücü sağlamaya varıncaya kadar, İran'ın pek çok alanda inisiyatif aldığını görmeye başlıyoruz.
İran’ın Filistin meselesine müdahalesi, hiç de çözüm odaklı
olmadı. İran; bölgedeki Arap rejimlerini değiştirme ve Şii toplulukları
iktidara taşıma ve de İsrail ile mücadelesine; Hamas, Müslüman Kardeşler ve
İslami Cihat unsurlarını katma isteği, meseleyi; İsrail-İran çatışmasının
merkezine sürükledi. İran-İsrail ve İran-ABD gerilimi giderilemeden, Filistin
meselesinin de çözümlenemeyeceği bir kaotik döneme girildi.
Düşünün! Filistin Meselesi ve Şia.
Türkiye’nin, Arap Dünyasında Müslüman Kardeşler üzerinden
“Sünni Rejimler-İktidarlar kurma” çalışmaları ve İran’ın Şii rejimler kurma
çalışmaları, Filistin meselesine sadece olumsuz katkıda bulundu. Filistin sorunu,
bu ülkelerin bölgesel sorunlarıyla da ilişkili hale gelmiş oldu.
Tam bunları konuşurken, Arap devletlerinin, İsrail’le
ilişkilerini normalleştirme sürecine girdiğini ve Abraham Anlaşmaları ile
farklı bir “ilişki zemini” kurmaya başladıklarını görüyoruz.
Kaybolan koskoca bir 100 yıl. Netice yok, sorun daha da
büyümüş, sorun mahalli zeminden, Küresel zemine taşınmış, Filistin sorunu, Türkiye ve İran'ın kendi bölgesel sorunlarıyla iç içe geçmiştir.
Trump üzerinden gelen son anlaşma, 1993 Oslo Görüşmelerinde
verilmesi planlanan % 22 toprağın bile çok gerisindeydi.
İki devlet, ama bir devlet “öbürünün içine hapsedilmiş”,
İsrail’in üzerinde kontrol sağlayabildiği, bir Filistin Devleti.
Meselenin diğer “tarafına” da bakalım kısaca. İsrail’e.
1882’den bu yana, sürekli nüfusunu artıran, satın aldığı
topraklarla genişleyen bir Yahudi toplumu.
Araplar ve Yahudiler arasında sürekli çatışmalar.
Bölgenin paylaşılmasını kabul etmeyen Araplar ve savaşın tek seçenek haline gelmesi.
Sonra İsrail’in devlet ilanı ve savaşlarla sorunun çözümüne
çalışılması.
Sonra, paramiliter savaşlar.
İsrail toplumunda sürekli korku ve savaş halinde bir toplum.
Evlerinde silah ve teçhizatı ile savaşa hazır yedekleri ile
bir İsrail ordusu. Toplum tehdit ve savaş psikolojisi içinde.
Gerilimler, İsrail siyasetini öyle etkiledi ki, seçimler;
“sağ” mı seçilsin, “aşırı sağ” mı seçilsin, yarışına dönüştü.
Bennett başbakanlığındaki, nispeten demokrat diyebileceğimiz
hükümetin kısa sürede, İsrail derin devletine yenildiğini ve seçime gitmek
zorunda kaldığını lütfen unutmayın.
Sadece varlığını korumaya hasredilmiş bir savunma anlayışı ve
dört taraf düşman algısı.
Birden fazla ülkenin saldırısına karşı, dört bir yana, tedbir
almak zorunda olan bir İsrail.
Teklif edilen hiçbir barış planı, Araplarca kabul edilmemiş.
İsrail, askeri ve uluslararası durum üstünlüğüne güvenerek,
“adil olmayan çözümlerle” masada.
Son teklif edilen planın kabul edilmesi de imkansız.
İsrail’in bu tutumunun, bölgeye barış getirmediği, aksine
Filistinlilerin; İran’ın desteğini arayacak kadar, “olmayacak işbirliklerine”
sürüklendikleri de ortada.
Sorun nasıl çözülecek?
Müşterek gelecek ve birlikte yaşamak nasıl sağlanabilir?
İsrail toplumunun, “korkudan sıyrılmasına” Filistin tarafı
nasıl katkı verebilir?
İsrailli Arapların, son koalisyon hükümetine dahil
olmalarının, ılıman iklime katkısı gibi, İsrailli Arapların, İsrail’in
yönetimine daha etkin katılımları, bu güvenin artmasına katkı verecektir.
Barışı; sadece, Filistinliler ile Yahudiler arasında sınırlı
tutmayıp, Araplar ile Yahudiler arasında barış konseptine oturtmak,
Filistinlilerin elde edebileceği hakları artırabilir.
Türkiye ve İran’ın, “özellikle savaşçı Filistinli gruplara”
destek vermemesi, işin normalleşmesini cesaretlendirebilir.
Bölgesel ve Küresel güçlerin, Filistin üzerinden, bölgesel
rekabetinden kaçınılması, kolaylaştırıcı olabilir.
Bu arada, toplumsal ilişkilerin artırılması, müşterek
çalışmaların yapılması, güveni artıracaktır.
Bütün bunlar elbette katkı verecektir.
Ama en büyük katkı İsrail’in adil olmasında ve Filistinlilerin
sorunu barış yoluyla çözme iradesinde ısrarlı olmalarında olacaktır.
İsrail, bir mit olarak, İsrail karşıtlığının merkezine yerleştirilmiş olan, "vadedilmiş topraklar" hayalinin, bir devlet hedefi olup olmadığını netleştirmelidir.
Bunun için herkese düşen görev; çatışmaları teşvik yerine,
çözümü teşvik yönünde olmalıdır.
Yahudiler, kendilerine yapılan zulmü hatırlayıp, Filistinlilerle
barışa, daha insani yaklaşabilmelidir.
Müslümanlar, Filistinlileri, altından kalkamayacakları bir
maceraya teşvik etmemelidir.
İran, Şii rejimi bölgeden uzak tutulmalıdır.
Ben zor olanı anlattım sizlere. Her iki tarafın fanatiklerini
kızdırmış olabilirim.
Savaş ve çatışmanın 100 yıldır çare olmadığı, aksine işi daha
da çözüşmez hale getirdiği net. Netice bize başka türlü yollar aramamız
gerektiğini söylüyor.
İdeolojik-dini bakış açıları ile endoktrine olmuş toplumlar-insanlar,
önerilerimi uygun bulmayabilir.
Ama başka çare yok.
Bütün tarih savaş ve çatışmayla geçmiş. Filistinli ve
İsrailli çocuklar ölmüş, Filistin toplumu diğer ülkelerde per-perişan. Kendilerine
bir gelecek kuramamışlar.
Sizin yaygaralarınızın onlara bir hayrı olduğunu
düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz.
Onlara, iyilik ettiğinizi düşünerek, yaptığınız ölçüsüz
işlerle aslında kötülük ediyorsunuz.
Başınızı iki elinizin arasına koyun ve sakince düşünün.
Çözüm için, bence bakış açımızı değiştirmeliyiz..
Güzel çalışma
YanıtlaSilokuduğunuz için teşekkür ederim
SilMutedil bir yaklaşım
SilFilistin meselesinde diğer Müslüman devletlerin kalıcı bir barış sağlama taraftarı olmadığı açık. Oradaki gerginliği iç siyasette sömürü aracı olarak kullandıkları ortada. Israil zaten istemiyor. Her "terör (!)" eylemi yaptığı saldırılar ve toprak genisletmek için bahane oluyor. O topraklarda kimse "terör(!)" ve şiddetin bitmesini istemiyor. İsrail siyasetçileri de dahil tüm aktörlerin siyasileri bu şiddete muhtaç ve bağımlı. Ama insanlar da ölmeye devam ediyor!
YanıtlaSilMerhabalar, işin doğrusu Twitter'da ki okuma aliskanliklarimizla ilgili siteminizden sonra okudum. Gerçekten Filistin Topraklarındaki kaosun arka planını gayet güzel özetlemiş ve bazı çözümler onermissiniz. Kavga bittikten sonra tarafların barışması elbette güzel bir şey ancak hiçbir taraf güçlü olduğu için karşı tarafın hakkına tecavüz etmemeli. Gasp edilen topraklar ve hak ihlalleri ne olacak. Geçmişte mi kaldı diyeceğiz.
YanıtlaSilokuduğunuz için teşekkür ederim... ben bu yazıdan sonra çok eleştiri almayı ve ciddi bir tartışma yapabilmeyi ummuştum. ama maalesef bırakınız tartışmayı, takipçiler merak edip yazı linkini bile tıklamadı. şaşırdım. filistin gibi bir meselenin bu denli umursanmaması beni üzdü.
Silyazımın ana hedefi, çözüm için başka arayışları yapabilmemizin mümkün olup olmayacağının araştırılması.
meselenin tarihi bize gösteriyor ki, doğru yolda ilerleyememişiz. bu samimi insanların verdiği mücadeleyi küçültmez, ancak amaç başarabilmek ise, bu olmamış.
o zaman bu gün ve yakın gelecekte ve hatta orta vadede, ne başarı sağlar buna bakmalıyız.
olamayacakları elimine eden bir bakış açısı. iran ve türkiyenin rekabetçi yaklaşımlarını değil, barışı destekleyen yaklaşımlarını önemsemeliyiz.
yeneni ve yenileni olmayan bir barış.
filistinliler için adil bir barış
demokratik yollar bize çok seçenek sunuyor aslında...
Yazınızı okudum bence çok açıklayıcı
SilBu yazıyı da değerlendirin bence
https://www.tr724.com/ofke-ve-siddet-ureten-proje-israil/
Aslında Zamanında araplar akıllıca teklıflleri kabul etselermiş, şimdi belikde bunları konuşuyor olmayacakmişiz
YanıtlaSilokuduğunuz için teşekkür ederim... elde etmeyi düşündüğünüz hedef ile imkanlarınızın korelasyonunu yapmadan yola çıkarsanız, başarı neredeyse sıfırdır...
SilBide Türkiye nin görüşünün el atsanız
YanıtlaSilokuduğunuz için teşekkür ederim... özür dilerim ne demek istediğinizi anlayamadım...
SilÇok başarılı bir yazı..önemli olan nokta önyargıları ve ideolojileri bir kenara bırakıp çözüm odaklı olabilmek..ancak iç ve dış siyasette kaldıraç olarak kullanmayı tercih edenler Filistin sorununa çözüm bulmak istemiyor..fazla ileri boyuta da taşımıyorlar.. işlerine yarayacak ama kendilerini de yormayacak bir seviyede tutmayı tercih ediyorlar..Araplar arasında kargaşa çıkarmak isteyenler bir tarafta,halkları üzerinde korku iklimi ile ya da sahte vatanseverlik ümmetçilik vs araçlarla egemenlik sağlamak isteyenler diğer tarafta,ağır savunma sanayi ve silah tüccarları ayrı tarafta,sıcak denizlere inmek ve hakimiyet peşinde Rusya ve petrol kaynaklarına hükmetmek isteyen Amerika beri tarafta..Yani demem o ki; kasıtlı şekilde sürekli canlı tutulması gereken ateş halinde Filistin sorunu..kimbilir belki de kıyamete kadar kimse düzeltmeye çalışmayacak bu yüzden..
YanıtlaSilbu arada yazınızı tweeterda kullanmak için izin istiyorum mümkünse..
okuduğunuz için teşekkür ederim.. yazıyı kaynak gösterip okuyuculara ulaştırabilirsiniz...
SilKlasik subjektif türkçü bakış açısı ile yazmissiniz. Sizden daha kaliteli yazilar bakliyoruz.
YanıtlaSilokuduğunuz için teşekkür ederim...
SilÇok güzel bir çalışma. Tebrikler
YanıtlaSilTeşekkürler. Çözüm odaklı farklı bakış açısı.
YanıtlaSil