Aşırı taahhüt altına girmiş Türkiye

Türkiye çıkmazda, acil geri dönüş butonuna basmak gerek

Büyük ülke olabilmek için; yüz yıllık planlara, oyuna dahil edebileceğiniz güçlü enstrümanlara, sürdürülebilir ekonomik ve bilimsel güce, paylaşılabilir küresel fikirlere, güvenilir liderlere, katılımcı demokratik rejime, gelecek ideali etrafında kümelenebilmiş eğitimli topluma, sahip olmalısın.

Gök gürültüsü rahmet getirmez, yüklü bulutlara da sahip olmalısın.

İmparatorluk sonrası kurulan Türkiye, kendisine “batı kampında” bir yer belirledi. Sanayi toplumuna ulaşmış batının cazibesi kadar, savaşlarla ezilmiş bir toplumun, parçalanmış devletten geriye kalanların, bir avuç kadroların, belki de yapabileceği “makul seçenek” buydu.

Çok zor zamanlardı. Bir yanda yağmalanmış imparatorluk, diğer yanda “küçülmüş” yeni devlet.

Cumhuriyetin kurucuları, özellikle ilk iki lideri, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü; “etkisinde kaldıkları batıya” uyumlu, “yeni bir toplum” oluşturmayı öncelikli “iş” olarak belirlediler. Çareyi; eskinin tamamen ve sür'atle, kaldırıp atılmasında ve yerine “yeninin” zorla da olsa, kurulmasını “şart” görüyorlardı. Zamanı kaçırmış "dindarlık-dindarlar" da en ciddi engeldi.

Sür'atle yeni toplumu "yaratmalıydılar", gerekirse zorla.

Yeni devletin gelişmesi için savaşsız bir döneme ihtiyaçları vardı.

“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” düsturu da bu dönemin simgesi oldu.

Cihanda sulh oldu, ama yurtta sulh olması hep “problemli alan” olarak, başlarını ağrıttı.

Sevenleri de çoktu ama eleştiriler bitmiyordu.

“Büyük devlet olmayı”, “büyük millet olmayı” unutamayan toplum, “geçmişe özlemi” hep gündeminde tuttu. Mustafa Kemal’i ve İsmet İnönü’yü içten içe eleştirdi.

Özellikle din alanında yapılanlar, toplumda hep memnuniyetsizliğe neden oldu.

Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’ye bu eleştirel bakışlar, zamanla Türkiye siyasetinde, politik görüşlere de zemin teşkil etti. Demokrat Parti ile başlayan "sağ siyaset", kurucu siyasetin uzun soluklu alternatifi haline geldi ve çoğunlukla da iktidarı bırakmadı.

Eleştirel siyasi hareketlerin “milliyetçi aksı” ile “dindar aksı”; Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’yü, dış politikada "pasif" görüyordu.

EGE denizindeki adalar, Musul-Kerkük, hatta Halep, Batı Trakya, Batum, Nahcivan gibi toprakların kaybı, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün, “pasif dış politika” anlayışına bağlandı. Son Osmanlı Meclisi’nin “vatan sınırları” olarak ortaya koyduğu “Misak-ı Milli” topraklarının bir gün ele geçirilmesi “rüyası”, bu kesimlerde, hep canlı kaldı.

Söz konusu siyasi görüşler, zamanla daha da ileri gittiler. Milliyetçiler “Turan Haritaları”, dindarlar ise “İslam Birliği Haritaları” çizer hale geldiler. Filistin meselesi başköşeye taşındı.

Fikri zeminde gelişen bu “algılar”; Lozan anlaşmasını, yeni Türkiye Devleti’nin "kuruluş belgesi" olarak görmek yerine, “hezimet belgesi” olarak görme eğilimini güçlendirdi.

Uzatmayalım. Sivil toplum ve siyasette, yeni devletin kuruluşuna, “protest-yetersiz” bakanların sayısı giderek çoğaldı.

Aslında toplumun, siyasetin önermelerinden satın aldığı, “güçlü olma hayali” idi.

Hele güç demek, “refah ve zenginlik” demek de olursa. Söz gelimi, “Musul-Kerkük petrollerine sahip olmayı” da kapsarsa, cazibesi daha da artmaz mı?

Mustafa Kemal’in “Hatay’ı Türkiye topraklarına katması”, onu bir nebze olsun eleştirilerin dışına attı, “başarısızlıklar”, daha çok İsmet İnönü’ye yüklendi.

Kurucuların; dini sınırlandırıcı ve toplumsal hayattan, kamu yönetiminden uzaklaştırıcı, tercihlerinin toplumsal “protest duruşta” en etkili faktör olduğunu da bir kenara not etmeliyiz.

Türkiye siyasetinde oluşan “milliyetçi ve dindar dip dalganın”; “toplumun büyük devlet olmaya özleminden” ve “din meselesindeki kararlara protest duruştan” kaynaklandı diyebiliriz.

“Şaşaalı geçmişe ve dine duyulan özlem” dindar siyaseti iktidara taşıdı.

Kurucuların meydana getirdiği “batılı hayat tarzını benimsemiş yeni toplum”, bunu “rövanş” olarak görmeyi tercih etti.

“Heyecanlarına” kapılmayan, sakin olmayı tercih eden kurucuları toplum kabullenmemiş miydi? “Yurtta ve cihanda, sulh olmasını strateji olarak benimseyen” kurucuların, “yeniden imparatorluk” yerine “sınırlı yeni devlet” tercihleri toplumu tatmin etmemiş miydi?

Bu henüz netleşmemiş bir mesele. “Konjonktürel” bakarsak, hatalı neticelere ulaşabiliriz.

Biz gelelim, filmin ikinci yarısına.

Dindarların bir kısmının; topluma ve devletler arası ilişkilere farklı bakışları, zamanla bölünmelere yol açtı. “Din, devlet ve toplum ilişkisi” farklı değerlendiriliyordu.

“Gelecek toplum modelini” farklı tasavvur edenler ve “Türkiye’nin gelecek jeopolitik rolünü” farklı değerlendirenler, grup içinde nüansları ortaya çıkardı ve dini gruplar arasında “çatışmalar" yaşandı.

“Liberal dindarlar” ile “muhafazakar dindarlar”, karşıt cephelerde konumlandılar.

Bu noktada, hayalleri büyük olan “muhafazakar dindarların” imdadına, “milliyetçiler” yetişti.

“Muhafazakar dindarlar” milliyetçileşti. Dindar hedeflere, “milliyetçi anlamlar yüklendi”.

Söz gelimi; “Libya’da Müslüman Kardeşlerle birlikte iktidar olmak isteyen” dindarlar, “Libya'daki Türk toplumuna sahip çıkmak” söylemi ile milliyetçi bir şablon edindi, “Mustafa Kemal de Libya’da savaştı” söylemi ile de “ulusalcı-Kemalist” örtüyü de üstüne almayı ihmal etmedi.

Bu "özel karışımı" anlamanız zor olabilir, ancak büyük olmak isteyen toplumsal katmanlar, milliyetçi çizgide bir şekilde uzlaştı. İster sol olsun, ister dindar olsun, vektörleri milliyetçilik oldu.

Sonuçta; büyük devlet olmak, yeni topraklar fetih etmek, iktidarlar belirlemek, menfaatler elde etmek, aleme nizam vermek, İslam Dünyasının lideri olmak gibi, “büyüklük göstergesi olduğu sanılan” söylemlerin ardına, hep birlikte, düşüldü.

Kişilerden-Liderlerin kişisel hesaplarından soyutlayarak, toplumsal algı ile meseleye bakarsak, büyük devlet olmanın gereği yapılıyordu.

Büyük devlet olma yolunda, neler yaptık-yapıyoruz kısaca bir bakalım.

            1. Arap ülkelerinde, Müslüman Kardeşlerin “iktidara getirilmesi” için çalışıyoruz. Mısır, Suriye, Libya projeleri bu kapsamda yürütülüyor. Sudan'da benzer anlayıştaki mevcut yapıya destek verildi. Yemen'de henüz gün yüzüne çıkmayan çalışmalar sürüyor.

2. Suriye ve Libya’da “sıcak savaşın” içindeyiz. İki ülkede de Türk ordusu var.

3. “Silahla cihat etmeyi” strateji olarak benimsemiş Müslüman organizasyon ve gruplarla, selefi anlayışa sahip cihatçı gruplarla, paralı askerlerle, Arap yönetimlerine muhalif gruplarla; eğitim, lojistik ve hedef işbirliği içindeyiz.

4. Suriye’de, Suriyeli muhaliflerden bir ordu kurduk. Eğitiyoruz, donatıyoruz, maaş veriyoruz. Çok ciddi maddi yükümüz var.

5. İran'la Suriye’de belirli ölçüde uyuma sahip olsak da, politik tercihlerimiz tamamen farklı. İran Esat ve rejimini ayakta tutmaya, Türkiye ise devirmeye kilitlenmiş. Esat, İran ve Rusya ile.

6. Suriye topraklarında ordularımız var ama ilerleyemiyoruz, Esat’ı deviremiyoruz, Kürtleri önlemede güçlük çekiyoruz.

7. Suriye İdlip’te; 50-60 bin silahlı cihatçı, üstelik Türkiye’nin de terörist olarak tanımladığı gruplar, sıkışmış, yığılmış ve çözümsüz vaziyette. Bu yüzden Rusya ile aramız hayli bozuk.

8. ABD, Suriye Kürtleri ile “aranızı düzeltin” diyor, “milliyetçi dindarlığımız” buna izin vermiyor: Suriye’de ABD desteği ile Kürtler “petrolü olan özerk bir bölge” oluşturuyor, önleyemiyoruz, uzlaşamıyoruz.

9. Mısır’da Müslüman Kardeşlerin iktidara gelmesine destek verdik, ama iktidarda kalmasını sağlayamadık. Zira; askeri ve ekonomik gücümüz buna yeterli değildi. Askerler, Mısır’da darbe yaptı ve Mısır yönetimi, Türkiye’yi “tehdit” olarak algılıyor.

10. Libya’da hem Türk ordusunu bulunduruyoruz, hem de paralı askerlerle Libya’daki savaşan taraflardan birini, doğrudan savaşa katılarak, destekliyoruz. Mısır, Türkiye'nin Libya'ya müdahalesini, kendi ülkesine dönük bir risk alanı olarak değerlendiriyor ve Türkiye ile Libya'da savaşa hazırlanıyor.

11. Libya’da hava ve deniz üsleri kurduk-kuruyoruz. Libya sahillerinde donanmamız savaş gemileri ile devriye görevi yürütüyor. Bu Libya’da tercih ettiğimiz politik grubun, iktidar olabilmesi ile sürdürülebilir bir durum. Bu hiç net değil. Diğer tarafı destekleyen; Rusya, Fransa, BAE, Suudi Arabistan gibi güçlü ülkeler var ve bizim tercihimiz hayli “titrek-zayıf vaziyette”.

12. Arap Dünyası, Türkiye'nin Libya'da aldığı tutuma göre, tam bir Türkiye karşıtı haline geldi.

13. Doğu Akdeniz enerji kaynaklarının “bölge ülkeleri ile müştereken uluslararası pazara ulaştırılması becerisi” gösteremedik. Süreçten koptuk, masadan kalktık. Hukuki dayanağı “tartışmalı anlaşmalarla” çözüm maceralarına girdik. Konu ne uluslararası yargıda, ne de masada görüşmede. Sıcak çatışmayı tercih eden bir zeminde. Haklı olduğumuz bir meseleyi kaybedersek şaşmamak gerek.

14. Suudi Arabistan ve BAE’leri dahil, körfez ülkeleri ile kavgalıyız. Hatta söz konusu ülkeler tarafından “tehdit” olarak algılanıyoruz. Arapça yayınları okumanızı tavsiye ederim.

15. Yunanistan’la; deniz yetki alanları ve buna bağlı olarak EEZ-MEB’ler üzerinden, “sıcak çatışmanın eşiğindeyiz”. Amerika ve Almanya araya girdi, konu şimdilik buzdolabında.

16. Göçmenleri; “salarım o zaman” söylemiyle, tehdit olarak kullanmaya kalkmamız, sınır ülkeleri Yunanistan ve Bulgaristan ile aramızın bozulmasına neden olduğu gibi, bütün AB de karşımıza dikti. Kısa vadede kazançlı görünsek de, ekonomik zorluklar nedeniyle geri adım atıyoruz.

17. Demokrasimizi neredeyse “rafa kaldırdık”. AB stratejik hedefimizi unuttuk. AB ile ticarete ve yatırımlara dönük ilişkileri geliştirmek yerine, Çin’le, Rusya’yla maceralara girdik. “Demokrasizlikten” geri adım atmayıp, ikinci sınıf dünyada müttefik arar olduk. Üretimimizin % 65'ini sattığımız AB'i bıraktık, bizden mal almayan, sürekli bize mal satan Çin'e yanaştık.

18. Kafkaslarda, Rus nüfuzunun kırılabilmesi “barışa” bağlı iken, Azerbaycan’ı sıcak çatışmaya teşvik ettik. Ermenistan’ı karşımıza aldı. Rusları Kafkaslarda güçlendirdik.

19. Kürt meselesini çözemedik. Hem içeride, hem de sınırlarımızda “başkalarının istismarına açık” bir vaziyete getirdik. Yarın ne olacağı da belli değil.

20. Irak merkezi yönetimi ve Irak bölgesel yönetimi ile sürdürülebilir bir ilişki kurulamadı. Bu bölgede de düşük yoğunluklu çatışma hali, hala devam ediyor.

21. Küresel en büyük askeri organizasyon olan NATO’da etkili olmak ve bu organizasyonu Türkiye’nin menfaatlerine daha çok hizmet ettirebilmek yerine, Baltık ve Polonya’da, Rusya’nın askeri ataklarının önlenmesi için hazırlanan NATO planını, mahalli bir menfaat için, gerilim alanı haline getirdik. Sonra geri adım attık.

22. Türk ordusunun silah sistemleri ve alt yapısı, büyük ölçüde; ya ABD ve Almanya gibi ülkelere, ya da NATO askeri organizasyonuna dayanıyor. Bütün sistemler bunlarla entegre. Değiştirebilmek için en az 200-250 milyar dolar gerekli iken ve bunu yapma gücümüz yok iken, Ruslardan S-400 aldık. Hem müttefiklerimizle aramızı bozduk, hem de sürdürülebilir değildi. Sahip olacağımız 100 adet F-35 ile; Yunanistan dahil, bütün Ortadoğu dengelerini değiştirebilecek iken, F-35’lerden de olduk.

23. 500 milyar dolara yaklaşan dış borcumuz var.

24. Hırslı bir lidere sahibiz.

Girdiğimiz angajmanlarla ilgili listeyi uzatmak mümkün. Ancak, durumu olumlu etkileyecek bir maddeye rast gelmek imkanı neredeyse yok.

40 yere, 40 olaya angaje olmuşuz, altından kalkılması mümkün değil.

Hesapsız, kitapsız, bilgisiz, kapasitesiz, tecrübesiz bir bürokratik kadro ve hırslı bir liderlik.

Devlet yönetiminde hiç tecrübesi olmayan insanlar son derece kritik kadroları işgal ediyor.

Altından kalkılması mümkün olmayan taahhütlerle, bir çok ülkede bir sürü taşı oynatmışız.

Bu vaziyette, ne milli menfaatleri elde etmek mümkün olur, ne de taahhütleri yerine getirmek.

Cephede herhangi bir yerde “çatırdama” başlarsa, tutunmak da mümkün olmaz.

Dimyat’a pirinç almaya giderken, evdeki bulguru da kaptırmakla yüzleşebiliriz.

Rövanşı almak için yola çıkanlar, maçı verecekler gözüküyor.

Eskiler sulh demekte haklı mıymış yoksa?

Öncelikle bize sulh mü gerekliymiş,  ya da öncelik kalkınma mıymış, bilim miymiş?  

Öngörülecek hedefler; sığ olmamalı, üzerinde yıllarca çalışılmış olmalı, imkanlarınızla ve enstrümanlarınızla varabileceğiniz mesafede olmalı.

En az Almanya kadar büyüklükte ve üretim kapasitesinde bir ülke olmak gerek, bu listenin altından kalkabilmek için.

Bu millet "Sarıkamış Faciasını" yaşadı. 3000 metreye yazlık kıyafetlerle "sürülen" fidanlar, boş yere kırdırıldı.

Devlet yönetimi "hayalperestlerin işi değil".

Devlet yönetimi, bilgelik işi.

Devlet yönetimi "rövanş almak" gibi, çiğ-derinliksiz yollara sapabilen akılların işi değil.

Bize, sulh gerek, bize, barış gerek, bize kalkınma gerek, bize işbirliği-dostluk gerek, bize ilim-irfan gerek, bize birlik-dirlik gerek, bize bütün halklara muhabbet duymak gerek...


Yorumlar

  1. Maddeleri okurken içim daraldı. Yüz yıllık serencamımızı çok güzel özetlemiş, problemlerimiz belli zaten.

    Önce barışmamız lazım kendi içimizde ama nasıl?



    Ben bu ülkede Apo'nun idam fermanını rafa kaldırma görevini Bahçeli'nin sırtına,
    Zinayı suç olmaktan çıkaran yasayı Erdoğan'ın omzuna,
    İhl'leri bir şekilde pasifize eden kararı Erbakan'ı... Bu liste uzayabilir.
    Bunları gördükten sonra iktidarlar tarafından yapılan hiçbir şey beni artık şaşırtmıyor. Yani her iktidara taşıtacak bir "Süleyman Şah Türbesi" bulunuyor.

    Fren patladı, yokuş aşağı gidiyoruz. Hala el freni işe yarayabilir çok geç olmadan ama, ama, ama....

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Okuduğunuz için teşekkür ederim, hep birlikte düşünelim...fikirlerimizi paylaşalım.. konuşabilenler bir ortak yol bilebilir...

      Sil
  2. Bütün bunların ana argümanı nitelikli ve sorgulayabilirliliği sağlayan eğitim sistemi. Bu çıkış noktası ihmal edildiği için afyon yutmuş bir kitle ve onun belirlediği siyasi yelpaze ile oradan oraya savrulup gideriz.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Belirttiğiniz husus meselenin çözümünün giriş kapısı. Çok haklısınız...

      Sil
  3. Bende aynı düşünüyordum ama artık aptal şansı mı var bilmiyorum ama gayet yürütüyorlar işi...

    Önceki dönemler tabi ki pasif değildi..1974 kıbrıs, Kardak, 1998 Suriye Krizi

    Ama biraz daha diş göstermek gerekiyor AKP bunu aptalca yapıyor abartıyor ama olmalı

    Başka türlü adam yerine koyup ciddiye almıyorlar seni özelliklede AB...Sadece diplomasiyle seni adam yerine koymaz ciddiye almazlar.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Önce akıl, uzun vadeli düşünme becerisi, sonra soft power güçler, sonra diplomasi, sonra ekonomik-sosyal yetenekler, en son güç. Elbette gücünle orantılı işlere kalkışmak.

      Sil
  4. Tenrikler çok güzel bir yazı.

    YanıtlaSil
  5. Tebrikler çok iyi bir yazı.

    YanıtlaSil
  6. Tebrikler çok iyi bir yazı.

    YanıtlaSil
  7. 'Şaşaalı geçmiş',saray ve çevresinin yaşamı idi, toplumun yaşamı nasıldı bilinmesi , irdelenmesi gerekir sanırım. O zamanlardaki halkın durumunu ,yaşayışını bilmeden geçmişe özlem duyanların bilgisizliği olduğunu veya kullanıldığı kanaatindeyim. Özlem duyan halk sanki geçmişte saray yaşantısı içinde olduğunu 'şaşaalı ' bir hayatları olduğunu sanmaktadırlar.Bakis açısı algıyı yaratır.

    YanıtlaSil
  8. Çok isabetli tespitler bunlar. Tebrikler!

    YanıtlaSil
  9. Okudum, güzel bir tesbit.

    YanıtlaSil
  10. Güncel Dış Türkiye Politikası için güzel bir özet olmuş. Çok teşekkürler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Okuduğunuz için teşekkür ederim

      Sil
    2. Bahsettiğiniz sorunları bu ülkedeki iktidarların tercihleriyle kurdukları yanılgısı var.

      Oysa büyük tiyatroda sana biçilen rolü istediğin kimlikle oynayabileceğin figüranlıktan başka önemin yok.
      350 yıldır Dünyanın Avrasya sahnesinde SUJE değil OBJEsin.

      Sil
    3. okuduğunuz için teşekkür ederim

      Sil
  11. Fatih...
    Değerlendirmeleriniz çok kıymetli... Elinize sağlık..
    Genişliği ve Derinliğiyle ulusal bazda güzel bir betimleme yapmışsınız...
    Olası bir bölgesel ve/veya küresel çatışma durumunu Askeri Siyasi ve Ekonomik kapasiteler dikkate alınarak bir değerlendirme yapmanız isabet olur...
    Teşekkürler

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. okuduğunuz için teşekkür ederim, gayret edelim inş.

      Sil

Yorum Gönder

medya etigine aykiri yorumlar kabul edilmez