Ali Babacan “ufkun ötesini” görebiliyor mu? (Arşiv: Bu yazıyı DEVA P kurulmadan önce yazdım ve Ağustos 2019'da yayınladım)
Ali Babacan, birkaç gün önce önemli bir açıklama yaptı ve hareketinin taşıyacağı temel fikirlere dair önemli ipuçları verdi.
Bu açıklamadaki temel fikirlere kısaca bakalım. Ne diyor Ali
Babacan:
-
Katılımcı,
çoğulcu, ortak akılla işleyen, diyaloğa açık, ileri demokrasi,
- İnsan
hakları, özgürlükler ve hukukun üstünlüğü standartlarını, en yüksek seviyeye
çıkarma,
-
Güçlü
ekonomi politikası ve itibarlı ekonomik kurumlar oluşturma,
-
Çevreyi
koruma.
Bu fikirler, gördüğünüz gibi yeni fikirler değil. Öyle aman
çok şaşırdım, bu ne müthiş fikirler denilecek cinsten de değil. Ali Babacan’ın
söylediği gibi Türkiye’de “yeniden ihtiyaç haline gelen” konular. “Game over”dan
sonra, aynı şartlarda yeniden “oyun hakkı almak”, yeniden oynamak istemek gibi.
Oyun aynı, oyun şartları aynı, oynayacak da aynı kalırsa!
Aynı oyunu, aynı şartlarda, “yeniden oynama hakkını” kimin
vereceğini düşünüyor, Ali Babacan? Şartlar bu kadar naif mi? Türkiye lale
devrinde mi? Erdoğan, hepinizin adına, bu oyunu oynadı ve bütün oyun haklarını
kaybetti. Aynı oyunu yeniden oynama şansı yok.
20 yılda o kadar şey değişti ki Türkiye’de. Sizin sadece aynı
şeyleri söyleyerek, yeni bir oyun başlatmanız, sizden bekleneni gerçekleştirme
şansı da vermez. Aynı oyunu oynama şansını bulabileceğinizi ve böyle bir talebe
de “halkın evet” diyeceğini zannetmem.
2001 yılında kurulan AK P; dini özgürlüklerin bastırıldığı,
ekonominin çöktüğü, siyasetin parçalandığı, siyasette merkez olarak tanımlanan
konumun değiştiği bir süreçte, aşağı-yukarı Ali Babacan’ın mesajında belirtilen
“taahhütlerle”, toplumun karşısına çıktı. Toplumun huzuruna getirdiği kadroda,
esas gövde de muhafazakarlar idi. Hatta sonraki yıllarda bu muhafazakar renk daha
da belirginleşti. AKP ve Erdoğan geride, “son sahnesi başarısızlık” olan bir
muhafazakar hareketin izlerini bıraktı, toplumun hafızasında.
Ayrıca, toplum 20 yıl önceki toplum da değil. 2000 yılında 5
yaşında olanlar 25 yaşına geldi, o gün AK P’yi tercih eden, bastırılmış ve ümit
arayan kitle 60 yaşlarında. Türkiye nüfusunun 10-39 yaş arası % 55. İnternet ve
akıllı telefon kullanımı, sosyal medya kullanımı bu yaş diliminde % 95. Bu
kesimde “özgürlük-hak/adalet kavramı, kendi kararlarını verme eğilimi, bilgiye
ulaşabilme yeteneği, karşılıklı etkileşim ve iletişim % 80’lerde. Bu nüfus
kesiminin ırka göre hareket etme eğilimi % 20’lerde. Dini değerleri, karar
parametresi alma eğilimi ise % 10’larda. Toplumun % 92.5’i şehir ve kasabalarda
yaşıyor. 50 milyon kişi akıllı telefon ve mobil internet kullanıyor.
Youtube’den bilgiye erişim, klasik yayın vasıtalarının kullanımının, çok önüne
geçti. Bireyin ve onun
kararlarının öne çıktığı; “yaygın iletişim teknolojileri, bilgiye kolay ulaşım
ve bireyler arası yoğun etkileşim” çağı yaşanıyor.
Ayrıca, Türkiye’nin ve Türkiye toplumunun önünde duran
“devasa problemleri” AKP çözemedi.
Şüphesiz en ciddi konu “Kürt meselesi”. AKP ve Erdoğan, bu
meseleyi çözme noktasından, “askerle çözeriz” noktasına savruldu. Sorun, ACİL ve
ertelenemez. Türkiye nüfusunun 15-20 milyonunu meydana getiren Kürtlerin
talepleri ve Irak-Suriye Kürtleri ile ilgili gelişmeler, İran Kürtleri ile
olabilecek muhtemel gelişmeler, tanımlanmış değil. Irak müdahalesinin ortaya
çıkarttığı tablo meydanda. Irak’taki “feodal yapıdan medet ummak” nereye kadar
idare edebilir? Suriye’de ne kadar adım atılabiliyor? 5 km mi, 30 km mi
tartışması, Türkiye gibi bir devletin Kürt siyaseti olmamalı. Türkiye’nin dış
politikasını da kilitleyen “Kürt meselesi” için, henüz “kalıcı siyaset”
üretilebilmiş değil. AKP’nin Suriye ve Irak politikaları, Kürt meselesinde
çözüm üretilmemesi nedeniyle, bir türlü anlamlı-sağlıklı bir mecraya oturamıyor.
Velhasıl, “Kürtlere ne gel deniyor, ne de git”. Ancak şartlar 100 yıl öncesi
gibi değil, konu “bölgesel dengeler içine hapsedilebilecek” boyutu çoktan aştı.
AB ile ilişkiler rafa kaldırılmış vaziyette. AKP “stratejik
hedefimiz” dediği süreci terk etmiş. Türkiye sanayi üretiminin % 66’sı
Avrupa’ya satılıyor. Bu rakama ulaşılmış olması, sanayi konusunda karşılıklı
varılmış “stratejik güvenle” ilişkili. Bu güven ortamı, onların birçok sanayi
dalındaki yatırımlarını Türkiye’de yapmalarına neden olmuş, Türkiye de, yan
sanayi ve montaj sanayi geliştirmiş, bir kısmını da yerli sanayiye dönüştürmeyi
başarmış. İhraç edebilme potansiyeli olan bu rekabetçi ürünler, Türkiye’nin
ihracat kapasitesini de geliştirmiş. Yani AB üyeliği, Türkiye için, sadece
uluslararası ilişkiler ve ileri demokrasi düzlemi değil, aynı zamanda bilim ve
sanayisini geliştirebilme, pazarlarda rekabet eden ürün üretebilme anlamı
taşıyor. Türkiye’yi ve Türkiye toplumunu yönetemeyen, problemlere çözüm
üretemeyen AKP, gücü elinde tutabilmek için, Türkiye’yi “demokrasiden uzaklaştırmayı” ve “AB Stratejik
işbirliğinden vazgeçmeyi”, topluma kabullendirmeyi çare olarak görmüş. Bu kabul
edilebilir çözüm mü?
AKP’nin “demokrasiden kaçma planları”; “batıyı
şeytanlaştırma” ve yerine “Avrasyacılığı ikame etme” olarak şekillendiği de
aşikar. Avrasyacılık; büyükleri Çin ve Rusya’dan, küçükleri Azerbaycan,
Ermenistan, Türkmenistan vb. kadar; demokratik olmayan, özgürlük bulunmayan
ülkeler. Toplumsal yapıları hastalıklı. Günde 1 dolara insan çalıştıran ekonomi
ne kadar yürür? Türkiye’nin demokrasi ve özgürlükler ile varlığını
genişletebileceği, sağır sultana malum. Mesele iktidarın muhafazası olunca,
demokrasi ve özgürlükler, hukuk ve güçler ayrılığı at çöpe!
Türkiye, bölgesel tehditlerin nasıl şekilleneceği belli
olmayan bir bölgede. Ekonomisi ve silah sanayi, tek başına güçlü ordu kurmaya
yeterli değil. Güçlü ordu demek, asker sayısı demek değil. Güçlü ordu; tankı,
uçağı, helikopteri, füzeyi kendisinin üretebildiği, harp sanayisine sahip olan
ordu demek. Unutmayın Saddam’ın da asker sayısı çoktu, ama 2-3 saatte cephe
çöktü, ordusu yenildi. Osmanlı ordularının başarısı “lojistik” idi, unutmayın. Türkiye’nin
NATO üyeliği hayati önemde. NATO üyeliği, Türkiye’nin “stratejik güvenlik
şemsiyesi”. AKP NATO üyeliğini tartışılır vaziyete getirdi, düşünsenize.
Karşılığı yokmuşçasına, Rusya ile giderek derinleşen politik-askeri müttefikliğe
angaje olması, Türkiye’yi bölünmeye ve çok cepheli savaşlara sürükler. Rusya
ile olabileceğimiz, Esat’ın gücünden biraz fazla güçlü olmak demektir.
İslam Dünyası ile ilişkiler tam bir “Arapsaçı”. İslam
Dünyası’nın iki “deve dişi” ülkesi; Mısır ve Suudi Arabistan’la, nereye
varacağı kestirilemeyen bir rekabetin içerisine girdi AKP.
Sudan-Suriye-Libya-Mısır, Türkiye bu ülkelerde, Mısır ve Suudi Arabistan bloku
ile kıran kırana çatıştı, çatışıyor. İran meselesi nereye evrilecek belli
değil. Üstelik bütün bu ülkeler hastalıklı sosyal bünyelere sahip, halklarını
zorla, anti demokratik yollarla ayakta tutabiliyorlar. Başlarındaki diktatörler
Amerika’ya, ya da Rusya’ya teslim olmuş vaziyette. İslam dünyasında Türkiye’nin
yeri nerede. Taraf mı olmalıyız, demokrasi adası mı? Müslümanlara nasıl yardım
edebiliriz?
AKP’nin giriştiği “Proxy War- Vekalet Savaşlarına” ne demeli.
Yapılan anlaşılmaz değil, ancak, “Türkiye’nin gücü ne kadar, hangi kombinasyonlar
içinde, tercih doğru mu, karışılmasa daha iyi netice alına bilinir mi, başka
yol yöntem yok mu?” gibi yığınla sorunun cevabı verilmeli. İyi bir çalışma
yapılmadığı, salla-pati bir kadro ile salla-pati bir iş yapıldığı aşikar. Sudan,
Mısır, Suriye, Irak ve Libya’da “Proxy War- Vekalet Savaşlarına” kafadan
girilmiş. Söz konusu “Vekalet Savaşlarının”, silah-lojistik ve personel
giderlerinin çok ciddi boyutlarda bir maliyet getireceği açık. Türkiye
ekonomisinin bu maliyeti kaldıramayacağı da belli. Zaten bu 5 ülkede de yarım
yamalak destek, kaybetmenin de nedeni olmuş. Üstelik kazanan taraf, ülkenin
iktidarı olacağından, politik olarak bu ülkeler de kaybedilmiş. Bütün bu
kayıplara ilaveten, bu ülkelere yapılan BM kararlarına aykırı silah nakliyatı
ve savaşçı kotarılması da uluslararası alanda, Türkiye aleyhine
kullanılabilecek “suç” konusu haline gelmiş. BM’lere bu konuda müracaatlar var.
Ben şaşırıyorum gerçekten, Erdoğan bu ekibi oluştururken çok mu aradı?
Türkiye açısından çok ciddi olan bu meseleler ile ilgili bir
şey söylemeden olur mu? Bu meselelere nasıl bakıyor Ali Babacan ve çözüm
önerileri ne? Bilmek gerek.
Daha parti kurulmadı, adamlar çalışıyor, dediğinizi duyar
gibiyim.
İki itirazım olur. Birincisi, toplum, hafızasına bir şeyi
“ilk intiba” ile nakşeder. Ali Babacan, öyle ortadan konuşursa, ilk intiba da
öyle, “ortadan” olur. İkincisi, araba devrildikten sonra söz söyleyen çok olur,
ben önceden söylemek isterim, genç bir Balkanlı gazeteci olarak. Katılımcı bir
anlayış diyor ya Ali Babacan, ben de “katılımcılık hakkımı” kullanıyorum.
Ali Babacan, hareketinin “makro çerçevesini” başlangıçta
çizmeli ve toplum huzuruna öyle çıkmalı. Bu “makro çerçeve”, ilk intibaı
oluşturacak ve öylece de hafızalarda kalacak. Ali Babacan denildiğinde bu
“makro çerçeve” hatırlanacak her zaman.
“Silik” veya iddialı”, “Güçlü veya zayıf”, “Korkak veya
cesur”, “Müthiş bir hikaye veya işte“ “Güveniyorum veya acaba?” Ortaya çıkacak
ilk intiba, halkın, Ali Babacan’a yönelme yoğunluğunu belirleyecek.
Tercih Ali Babacan’ın.
Geleceği yorumlamak büyü gibi birşey anlaşılıyor bizde. O sebeple doğru yorumlayan ya büyücüdür ya atıp tutturmuştur .
YanıtlaSilokuduğunuz için teşekkür ederim...
Sil