İslam Dünyasında “büyük
değişim”, ya da Türkiye hiç bu kadar perspektif kaybetmemişti…
Hilafet-Halifelik, Sünni Müslümanlar için önemli bir “makam-kavram”.
İslam tarihine baktığımızda halifelik, güç ile birleşebildiğinde
etkili olabilmiş. Selçuklu gelene kadar Abbasi halifeliği, adeta köşeye
sıkışmış.
Aslında “güç” merkezinin neresi olduğu önemli.
Arap toplumlarında güç rekabeti; daha ziyade kabilelerin
üstünlüğü ele geçirmesi kontekstinde sürdürülmüşse de, Arap imparatorluklarının
genişlemesi ile rekabet, daha geniş toplulukları ve devletleri ilgilendirir
hale gelmiş. Emeviler ile milliyetçi “Arap Güç Merkezi” oluşmuş.
“Mevalinin”, Abbasiler ile iktidara ortak oluşu, daha uzun
soluklu ve daha enternasyonal bir güç ortaya çıkarmış. Ancak uzlaşının kaçtığı
dönemler de, parçalanma da kaçınılmazlaşmış.
Özellikle Pers kültürünün İslam’a dahil olması, Şiilik
denilen “Pers kökenli imamların velayeti” ile “ırk merkezli güç” oluşumunda,
Arap etnisitesinin yanına Fars etnisitesini koymuş.
Selçuklu’nun Irak’a ulaşıp, “Abbasi Halifeliğinin hamiliğini
üslenmesi” ve “mezhepsel konumunu “Sünnilikten yana” koyması ile başlayan Sünni
ağırlık merkezi, Mısır’daki başka bir Türk devleti olan Mumluklardan, Osmanlı
padişahı Yavuz’un “Halifeliği-Hilafeti” alarak, İstanbul’a getirmesi ile devam
etmiş ve Türkler “Sünni İslam Güç Merkezi” olarak konumlanmış.
Arapların etkin olmadığı bu dönemde; Osmanlı-Türkler
Sünniliğin, Safevi-Türkler/Farslar ise Şiilik ve Aleviliğin liderliğini
yapmışlar. Bu dönemde Safevileri “Şii-Alevi Güç Merkezi” olarak dikkate almak
gerekir. Liderliğini Türkler yapsa da “kültür kodları” Farslara aittir.
Osmanlının zayıflaması ve yıkılışı, Araplara “yeniden tarih
sahnesinde yer alma” fırsatı vermiş. Araplar, İngilizlerden aldıkları destekle Osmanlı’dan
kopmuş. Arapların “bağımsızlık gerekçesini”, İslam’da yeni anlayış “Wahabilik-Selefilik”
anlayışı oluşturmuş.
Wahabi-Selefi anlayış; İngiltere ve Amerika ile kurduğu
“enerji-politik ilişki eksenli” birliktelik sayesinde, bölgenin önemli güçlerinden
birisini oluşmuş. Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri, Arap ve İslam dünyasında
ayrı bir konuma sürüklenmişler, Arap İsrail savaşlarından da uzak durmuşlar. 1979
“İran İslam Devrimine” kadar İran’la ilişkileri de iyi seviyededir.
Bu yeni merkezi, “Wahabi-Selefi Güç Merkezi” olarak
tanımlayabiliriz.
“Wahabi-Selefi Güç
Merkezi”; Mısır’da doğan, “antiemperyalist” İhvan Hareketi-Müslüman Kardeşler hareketinin,
diğer Arap-İslam ülkelerine genişlemesi ve daha da radikal hareketlerin, krallıkları
devirme, siyasal hareketine dönüşmesi ile tehdit altına girmiştir.
Suudi Arabistan ve Körfez krallıkları için İhvan, İhvan için
de Krallıklar artık öncelikli tehdittir.
1979’da “İran’da İslam Devriminin” olması, krallıklar için
başka bir tehdidi ortaya çıkartmıştır. “İran-Fars Şii Güç Merkezi” doğmuş ve
“Wahabi-Selefi Güç Merkezi” için en öncelikli tehdit haline dönüşmüştür.
SSCB’nin Amerika ile Orta Doğu mücadelesinde, Müsliman
Kardeşlerin, sosyalist hareketlere yaklaştığı da gözlemlenmektedir.
İhvan ve İhvanın tetiklediği Sahwa gibi hareketler; bölgede
artan Amerikan hegemonyası ve İsrail yanlısı tutumu İslam Dünyasında anti
Amerikancı eğilim artmış ve İhvan, SSCB’nin sosyalist BAAS’cı subaylarla
yaptığı darbelere katılmıştır.
Mısır-Irak-Suriye, hem sosyalist, hem Arap milliyetçisi, hem
SSCB yanlısı, hem İsrail düşmanı bir “ideoloji” ile Arap rekabetini farklı bir
noktaya taşımıştır. Artık, Arapların lideri olmak, Arap milliyetçiliğini
genişletmek yeni hegemonya enstrümanıdır. “Wahabi-Selefi Güç Merkezi”
Amerikancı konumunu korumuştur.
“Filistin Meselesi” de bu rekabetin merkezinde yer almıştır.
Fetih’ten Hamas’a gidiş bu rekabetin de sonucudur.
İsrail’in “güvenliğini” önemseyen batılı devletler, Arap ve
İslam dünyasında, “parçalayıcı rol” oynamayı da ihmal etmemişlerdir.
İslam Dünyasının en zengin petrol ve gaz rezervlerine sahip
“Wahabi-Selefi Güç Merkezi”, Amerikan kontrolünde olmayı, her şeye rağmen, hemen
hemen kesintisiz sürdürmüştür.
Diğer petrol ve gaz zengini İran, “Şii İslam Güç Merkezi” ise,
1979’dan sonra, Şiiliği rekabet alanına sürmüş, “Amerika ve İsrail ile mücadeleyi”
ve “Arap Krallıklarını devirmeyi” stratejik hedef olarak belirlemiş, Rusya ve
zamanla da Çin ile, uyumlu bir yöntem geliştirmiştir.
İran; sadece Şii toplumları ile sınırlı kalmamış, Filistin,
Mısır, Türkiye, Afganistan, Pakistan gibi ülkelerde, birçok Sünni organizasyon
ve siyasi akımı da etkilemiştir. Bunların içinde, İhvan ve Hamas’ı sayabiliriz.
Sünni toplumlarda “İslam Devrimi yapılabilir” algısını hayli güçlendirmiştir.
İran İslam Devriminin, Sünni toplumlarda meydana getirdiği
“başarı modeli ve etkisi”, İran istihbarat ve paramiliter unsurlarının Sünni
coğrafyalarda etkisini de elbette artırmıştır.
İhvan “devrimden”, devrim kadroları da İhvandan etkilenmiştir.
Pakistan’daki İhvan’dan doğma Cemaati İslami’nin de, Şii Siyasal mücadelesinde
etkisi olmuştur. Seyit Kutup’un eserleri Şii Siyasal hareketinin başucu
kitaplarındandır.
Buna göre; iki “Siyasal İslam” doğmuştur. İhvan’dan neşet
eden “Sünni Siyasal İslam Hareketi”, Fars kültüründen doğan “Şii Siyasal İslam
Hareketi”. İster istemez, “yapılmak istenen siyaset mühendisliği” karşımıza, “Silahlı
Cihatçı Paramiliter Savaşçıları” çıkarmıştır. Hizbullah ve türevleri ile El
Kaide ve türevleri Proxy-vekalet savaşlarının da vazgeçilmezi haline gelmiştir.
Türkiye; hem İhvan’dan, hem de Şia’dan etkilenmiştir. Ancak
bu etkileşim, AKP iktidara gelinceye kadar, Türkiye’nin “rejimini koruyan
güçlerince” iktidardan uzak tutulmuştur.
AKP ve AKP entelektüel tabanı; ABD’nin 2003 yılında Irak’a
müdahalesinin, Irak Sünni toplulukları hedef almasının ortaya çıkarttığı
psikolojiden etkilenmiş ve Sünniler, “sisteme dahil edilebilir mi?” arayışına
girmiştir. Bu, AKP iktidarını “Sünni İslam destekçisi” konumuna kadar
sürüklemiştir.
Ortada bir de, Afganistan ve Çeçenistan’daki El Kaide-Taliban
tecrübesi ve bunun ortaya çıkarttığı silahlı mücadele-tecrübe var.
Kaçınılmaz olarak, Irak Sünni aşiretler tabanına dayalı Irak
El Kaidesi süratle kuruluverdi. Bu zamanla IŞİD, Nusra vb. yapılarla Suriye’ye
de yayıldı. Görünürde anti Amerikancı, fiiliyatta Arap iktidarlarını
değiştirmeye talip, görünürde Demokrasi-BOP, fiiliyatta İslam Devleti kurma
hayali. Kimin eli kimin cebinde çok belli olmayan, karma karışık bir süreç.
AKP hükümetinin; Mısır ve Suriye’de, Müslüman Kardeşlerin
yanında durması ve desteklemesi de bu gelişmelere eklenince, Türkiye; Tunus,
Libya, Mısır, Suriye, Irak ve hatta Yemen’de Müslüman Kardeşler merkezli
tercihi ile “Sünni İslam Güç Merkezi” haline dönüşüverdi.
Türkiye’nin de oyuna girişiyle, İslam Dünyasında rekabet çok
ama çok kızıştı.
Ancak Türkiye’nin bu işin yürümeyeceği çok kısa sürede ortaya
çıktı. Mısır’da iktidara getirdiği-katkı verdiği Mursi hükümetini Mısır ordusu
devirdi. Suriye’de, Esat rejimi; Rusya ve İran’ın desteği ile Kürtler Amerikan’ın
desteği ile IŞİD’e karşı başarılı oldu. Türkiye Esat rejimini devirme politik
hedefini, sınır güvenliğine revize etmek zorunda kaldı.
Libya, kilitlendi. Tunus’ta gelecekteki politik durum fluğlaşmaya
başladı.
Bunlar devam ederken, Orta Doğu’da yeni bir gelişme ortaya
çıktı. Trump; Araplarla İsrail’i barıştırmaya ve bunun için Filistin’de, İsrail
ile Filistin arasında bir barış anlaşması yapmaya soyundu. Filistin ve İsrail
birbirlerini meşru kabul edeceklerdi. Anlaşma, yüzyıllık Arap-İsrail
çatışmalarının sona ermesi, savaş olmayan bir sürecin başlaması, “İsrail
düşmanlığı” dışında bir başka parametre ile bölgesel ilişkiler tesisi, anlamı
taşıyordu.
Trump’ın önerdiği barış anlaşması, gerçekten son derece
“adaletsiz” ve Filistinlileri adeta İsrail hapishanesinde mahkum gibi yaşamaya
zorlayan bir plan. Ancak masada bu var.
Bu anlaşmada; Suudi Arabistan, BAE ve diğer Körfez ülkeleri,
kilit rol oynayacak. Bu ülkeler, Arap-İsrail savaşına hiç dahil olmamış
ülkeler. Yani “Wahabi-Selefi Güç Merkezi”. Katar’ın da katılacağına dair çok
güçlü işaretler var.
Mısır; Türkiye tarafından Libya’ya ve Nil’e kurulacak baraj
nedeniyle de Etiyopya’ya angaje vaziyette. Suriye, savaştan perişan çıkmış ve
İdlip’te terörle mücadeleyi zar zor yürütüyor. Rusya’nın blokajı da dahil
edildiğinde kıpırdayacak durumu yok. Lübnan üzerindeki kontrolünü bile
kaybetmek üzere. Irak; İran Şiiliği ve Arap milliyetçiliği arasında
parçalanmış, kendi bütünlüğünü sağlamayı bile garanti edecek durumda değil.
İran, ambargolara rağmen, bölgesel etkisini sürdürmeye gayret
etse de, baskıları ne kadar kaldırabileceği meçhul. Çin ile 25 yıllık askeri-ekonomik
anlaşma yapmış olması, İran’a garanti sağlayabilecek kapasitede değil. Afganistan’da
ABD’nin Taliban’la yaptığı barış, İran’ı negatif etkiler vaziyette. İran’ın
“Şii Güç Merkezi” adına yapabilecekleri son derece sınırlı.
Ancak, İran- Çin stratejik işbirliği, mevcut İran yönetimini,
iktidarını muhafaza için, Çin ile daha radikal adımlar atmaya sevk edebilir.
Bu durum İran’ın “nükleer silah edinme-yapma kapasitesini” de
kapsarsa, Çin’den İran’a ulaşan coğrafyada üstünlük kurma rekabetine dönüşürse,
durum kötüleşir.
Hele hele, Afganistan; İran ve Çin destekli IŞİD ve benzeri “Silahlı
Cihatçıların yeni mücadele alanına” dönüştürülmeye niyet edilirse, hatta Lübnan
gibi, Suriye gibi, Irak gibi “çılgınlığa son derece müsait coğrafyalarda”
İsrail ile paramiliter bir çatışmaya girilirse ve de AKP iktidarı bu
mücadeleye, benzer nedenlerle sıcak bakmayı öngörürse, durum kontrol edilemez.
İsrail BAE anlaşmasının yapılmasındaki “analiz ve
değerlendirmeler” de bunlar olabilir ve daha da sıcak geleceğe hazırlanmayı
amaçlayabilir.
“Sünni Güç Merkezinin” liderliğine soyunmuş Türkiye’nin;
kapasitesinin çok üstündeki angajmanları, Mısır ve Suriye’de bir anlamda
“kaybetmiş” olması, Libya’da netice almaktan çok çok uzak oluşu, Yunanistan-Ermenistan
ile kriz alanlarını alevlendirmesi, AB ile işleri yoluna sokamaması, ekonomik
çöküş yaşaması, kendi Kürtleri ile barışı sağlayamamış olması gibi nedenlerle,
“Sünni Güç Merkezi” adına yapabileceği hemen hemen hiçbir şey yok.
“Çılgınlık” dışında.
“Wahabi-Selefi Güç Merkezinin”, BAE’lerinden başlayarak,
İsrail ile işbirliği kapılarını açan bir anlaşmaya doğru gitmesi, diğer güç
merkezlerinin en zayıf olduğu ana rastlaması da dikkate değer. Bu durum
anlaşmanın başarı şansını daha da artırmakta.
BAE ile İsrail arasında “tam ilişkiyi” öngören bir anlaşmanın
ciddi bir rüzgar oluşturacağı ve diğer bir çok Arap-İslam devletinin de bu
anlaşmaya taraf olacağı gözükmektedir.
Daha şimdiden; Umman ve Bahreyn anlaşmayı çok olumlu
bulduklarını açıklamışlar, Mısır’da olumlu gördüğünü belirtmiştir. Katar dahil
olursa sürpriz olmamalı.
Anlaşmanın bozulabileceği yegane kriz alanı, Filistin’dir.
Filistin’i “paraya boğacak körfez ülkeleri” etkili olabilecek midir? Mısır ve
BAE, Hamas ve Fetih yönetimleri ile temasa geçtiler bile. Türkiye ve İran bu
alanda ne ölçüde “oyun bozucu” olabilir?
Bütün coğrafyalarda; Müslüman Kardeşler ve Hizbullah ve de
onlara bağlı diğer paramiliter unsurlar, harekete geçirilebilir mi? Mısır’da
bir İhvan ayaklanması, Lübnan’da Hizbullah’ın iç savaşa girişmesi, Suriye’de
yeni bir ayaklanma, Libya’da karşı atak, vb. Mümkün mü?
Fransa’nın Lübnan’ı yeniden dizayn etmeye soyunması,
olanlardan soyutlanabilir mi?
Neredeyse ilk defa “Wahabi-Selefi Güç Merkezi” avantajlı
konuma geçti. Ve bu konumu elde etmesinde Amerika’ya ilaveten, Arap tarihinde
ilk defa, İsrail de yer aldı. Arap ve İslam dünyasında “Wahabi-Selefi Güç
Merkezi” liderliği ele geçirdi.
İsrail ve Wahabi-Selefi Güç Merkezi işbirliği.
Tuhaf geliyor değil mi?
Başarı şansı, zor da olsa var.
Sünni ve Şii Güç Merkezlerinin kollarını kaldıracak halleri
yok. Bu merkezlerin, İslam Dünyasında giriştikleri mücadele, hem kendilerini,
hem de İslam Dünyasını “tüketti”.
İran ve Türkiye’nin stratejik hatalarının da bu tabloya neden
olduğunu not etmeliyiz.
Bakalım, İsrail “normalleşebilecek mi?”
YanıtlaSilOliver Leaman,Yahudi felsefesi tarihi adlı eserine yazdığı önsözde etrafıyla barışmış bir İsrail'in ömrünün fazla uzun sürmeyeceğini çünkü etrafındaki çok kültürlülüğe yahudi kimliğinin dayanamayıp eriyeceğini iddia eder özetle.
Dolayısyla Ortadoğu, İsrail etkisiyle çok şiddetli deneylere(!)her zaman gebedir.
Yani İsrail'in normalleşmesi ancak Müslüman nüfusun ya tamamen ortadan kaldırılması ya tamamen bölünüp parçalanması ve düşmanlaştırılması ya nüfus artışının eksili rakamlara çekilmesi ya da kıyametin kopmasıyla mümkündür.
Ortadoğu kendini aslan zanneden kediciklerle dolu. Gücünün üzerinde iş yapmaya çalışıp da madara olan hiç bitmedi, bitmeyecek. Perde gerisinde başka perde önünde başka siyaset....
Şarkıda geçtiği gibi :Binlerce dansöz var....
Okuduğunuz için teşekkür ederim. Yahudi milleti binlerce yıl ayakta kalmış ve çok başarılı olmuş bir toplum. Mevcut tablo bunun süreceğini gösteriyor. Benim ise dikkatinizi çekmeye çalıştığım mesele, Arap ve İslam toplumları içindeki güç merkezi değişimi. Gücünün üzerinde iş yapmak konusundaki genel kural çok önemli, bana Enver paşa ve Sarıkamış'ı hatırlattı.
SilBir dönem Türkiyede de wahabilik adına ciddi bir gayret sarfedildi, muhtemelen halen de devam etmektedir, bu görüşü benimsemiş islam alimleri tartışma ve sohbet programlarıyla medyada sıklıkla boy gösterdi. Dinin ya da mezhebin siyasetle, siyasi tercihle güçlü bir bağı vardır bence, herkes kendi inancında özgürdür denir lakin kapsama dahil edilmek için uzun vadeli ve maliyetli projeler hazırlanır nihayetinde de siyasi tercihler dahil olduğu yeni kültürel pozisyonu gereği ,yıllardır hep karşısında konumlandığı fikrin, toplumun, görüşün tarafında yer alır. Filistin meselesinde olduğu gibi...
YanıtlaSilOkuduğunuz için teşekkür ederim. Selefi anlayış, "dağılmış kaideleri" toplama iddiası ile çıkmış, belirli ölçüde de haklılığı olabilir,Kur'ana dönüş gibi. Ancak toplumsal sosyoloji ve birey psikolojisi dikkate alınmıyor. Şiiliğin ırk merkezli tepkisel duruşu gibi, sıkıntıları da taşıyor. Ancak esas problem bu değil, sanırım. Toptan İslam'ın sıkıntısı var. Bir de Şii ve Wahebi görüşlerin devlet dini gibi ortaya konulması, işbirliğini reddetmesi, meseleyi ilgili devletlerin stratejik hedeflerinin uygulama enstrümanına dönüştürüyor. İslam devlet dini mi, birey dini mi? Kafa yormak lazım.
SilAdelina Hanım, yazıda yaptığınız analizler ve yorumlar yine göz ve gönül doldurucu cinsten. Not: Yazının ortalarında "Ancak Türkiye’nin bu işin yürümeyeceği çok kısa sürede ortaya çıktı." cümlesindeki "yürümeyeceği" kelimesinin "yürütemeyeceği" şeklinde olması gerektiğini düşünüyorum.
YanıtlaSilAdelina Hanım, görüyorsunuz yazılarınız oldukça dikkatli okuyorum ki, böylece en ufak yazım hataları dahi gözümden kaçmıyor. Yine bu not kısmını silebilirsiniz.